“Adı Konmamış Destan” Şiiri - Maestro Art

“Adı Konmamış Destan” Şiiri

Zafere değil sefere taliptin, kalpte iman dilinde niyaz.

Kayalıkta palmiye yetişecekti, kimsecikler seni anlayamaz.

Gülü sevdin dikene rağmen, edemezdin de naz.

Gözyaşı ve ümit, ateş ve su gibi zordu aslında biraz.

 

Son karakoldu ülken, meğer kurtlar sarmış gövdeyi.

Bilemedin, pirincin içindeki siyah değil asıl beyaz taşı görmeyi.

Dişlerinle beraber kalbinde kırılır, hazmedemezsin hain denmeyi.

Kalbin istemese de beynin düşünür ülkeni terk etmeyi.

 

  Dumura uğrarsın, hayat nasıl geçer zaman geçmek bilmezken. 

  İftiraya uğramış Yusuflar, zindanda yatacak yer bulamazken.

  Çıkış destanları dinlersin, daha taşları yerine koyamazken.

  Zihnin karışır, vicdanın maziye ait fotoğrafları silemezken.

 

Karışırsın ilkin gayblara, bakıp bakıp dört duvara bunalırsın.

Aynı şehirde nefes alıp, eşinden çocuğundan ayrı kalırsın.

Suçlayan sözlerin gözlerin nefesini en yakınlarından alırsın.                                                                                           

Pıtraklar yutup kanarken için, yüzlerine acı acı bakakalırsın.

 

Çocuklarına seni örnek gösterenler senden kaçar.

Sokaklar caddeler yürünmez, hepsi nefretler saçar.

Çıkmak! Köz olur düşer bağrına, duramazsın gayri naçar

Hicret şarkısıyla kanatlanıp ruhun, özgür ufuklara uçar.

 

Hicrete davet çıkmış, takvimler gösterir hazanı.

Beynini kemirir düşünceler, artık karar zamanı.

Beklerken ürkek ve endişeli, okunur hicret ezanı.

Kalbin tir tir titrese de, kader bu oldurur kazânı.

 

Kara bir kışın kapısından çıkmak için sıcacık aydınlığa.                                                                                                              

Cebride olsa hicret der, hazırlanırsın çile azıklı yolculuğa.

Kafesten kurtulur gibi koşarsın belirsizlik dolu loşluğa.

Yolun kaderidir, ıssızca düşersin ruhundaki boşluğa. 

 

Civa gibi kurşun gibi, zifiri bir karanlık çöker içine.

Korku seansları başlar karabasan gibi gecene.

Med-Cezirler gelip-gidip çarpar kelimene hecene.

Lâl olmak düşer artık bu kutlu yolu seçene.

 

Kurtulmaktır, niyetin stresi bol düşüncelerden.

Sabahları olmak bilmeyen güneşe hasret gecelerden.

Utanırsın, sokağını ezberleyen tül perdelerden.

Çalan her zilde, nefesinle buğulanan pencerelerden.

 

Sığamadığın evinden, sırt çantana sığanla çıkarsın.

Elediklerine mahzunca dokunur, son kez bakarsın.

Anılar kokularıyla kuşatır etrafı iniltilerini duyarsın.

Sonra hüzünle dolar, gözyaşı olup yağarsın.

 

Her bıraktığın eşyada ayrı bir hüzün bestesi.

Sevdiklerin ve daha az sevdiklerinin yarışır listesi.

Ateşten çemberdir sanki o vakitlerin kisvesi.

Gitme! dercesine duyulur hepsinin son nefesi.

 

Hazırlık biter, sevdiklerin dikilir karşına özleriyle.

İpeksi bir el dokunur ellerine buğulu gözleriyle.

Ağlamaktan yosun tutmuş gözler vurur hisleriyle.

Titanikler alabora olur içinde “Ya batarsak!” sözleriyle.

 

Bedelsizdi yaptıkların, yüreğinde geçmişin özlemi.

Toplar-çarpar çıkamazsın içinden ve kırarsın kalemi.

Gömersin bağrına, anlatamadığın bir sürü elemi.

Sallar ve gidersin, güneşi okşar gibi yanan elini.

 

Sorumluluğun vardır, ne olacak onca insan?

Faydan da olmayacak dört duvar arasında kalsan.

Kaçtı gitti diyen şom ağızlarda olacak duyarsan.

Ama geçemezsin nehri, içindeki denizde boğulursan.

 

Sessizlik fırtınaya tutulur, vurgun yer dudağında.

Hışımla vurursun korkuya Ya Allah Bismillah yumruğunda.

Güçlü olmalısın ehlin ve yavrular sorumluluğunda.

Güçlü görünmek yorarmış asıl, yalnızlığın koynunda.

 

Yeni doğmuş bir yıl, yağmurlu bir akşam çıkarsın yuvandan.

Dönen tekerlek savurur ruhunu, koparır bağını kandan.

Gecenin karanlığı aydınlanır yüreğinde yanan kordan.

Son bakışını atarsın melül melül, giden buğulu bir camdan.

 

Son yolculuk son nefes gibi candan vazgeçmektir.

Vatan kokusunu, yaksa da içine son kez çekmektir.

Özgürlüğe dair ağıtlar söyleyip, türküler seçmektir.

Nehre varmadan, şerbet diye baldıran zehri içmektir.

 

Varmakta zordur eskisi gibi değil, varacağın yere.                                                                                                              

Jandarmalar durdurur sayamazsın bilmem kaç kere.

Aile parçalanır, çocuklar biner tedbir diye farklı sefere.

Ayrılırsın dilinde dualarla, nasipse buluşmak üzere. 

 

Puslu bir hava, güneşe küsmüş bir sabah, inersin otogara.

İçin dışın yangın yeri, soğuk işlemez ruhundaki kora.

Bayrak, vatan ve insan sevgisi, bağrında onulmaz yara.

Bilemedim, cânım ülkem mi, yoksa benim mi bahtım kara.

 

Kar yağar, buz tutar ertelenir geçişe dair hayaller.

Düşünceler karışır, savaşır duygular ve idealler.

Vazgeçemezsin çıktın yola, sallandı veda diyen eller.

Sabır ve tevekkülle aşılacak, aşılmaz denen engeller.

 

Haber gelir, beklemenin çıldırtan sessiz gerginliğinde.

Umutsuzluk bulutları dağılır karla karışık bir kış gününde.

Serüven tekrar başlar, İstanbul’un Beylikdüzlerinde.

Durduramazsın, çöker içine ümitle karışık hüzünlerinde.

 

Ah İstanbul ah! umuda yolculuğun son durağı oldun.

Ceddimin aşkıydın, nice nesilleri yamaçlarında soldurdun.

Aşkına zincirler aşıldı, gemilere karadan yol buldurdun.

Şimdilerde, zincirinden kaçanları Meriçlerde boğdurdun.

 

Ah Edirne ah! bir zamanlar Avrupa’ya açılan ilk kapıydın.

Vaktiyle Hüdavendigar’a teslim olup canlara kıydırmadın.

Şanına yazık! zalimlerden oldun, hicret diyen canlara acımadın.

Aşanlar ise unutmaz seni, çünkü azapla kapanan son kapıydın.

 

İstanbul Edirne derken akşam çileden bir yol bulur.

Zifiri karanlıkta dişler dudağı ısırıp duygulara gem vurur.

Çantalar, ayakkabılar bedenlerle çamurda kaybolur.

Balçıklı pirinç tarlasında analar evlatlar harman olur.

 

Dikenli yollar, çamurlu tarlalar geçilir yürünür.

Kız babaya, ana oğula emanet aile bölünür.

İnsanca yaşamak uğruna insanlık yerlerde sürünür.

Tarihe sığmayan vatan, seninle çamurlara gömülür.

 

Mecalin kesilmiş şeytanın fısıltıları haykırır kulakta.

Bitmek bilmez mesafe, sen yaklaştıkça o hep uzakta.

Atasın gelir çamurlu bedenini, zaten hayatın batakta.

Lâkin hayatta tutmak için ehlini, kalmalısın ayakta.

 

Düşersin sırtında çuval, meymenetsiz bir adamın ardına.

Direktifler yağdırır sağanak, acımaz eşine çocuğuna.

Nehre yakın sürpriz bot çuvaldan çıkar, gecenin aydınlığına.

Şişirtir çaresizliğini kullanıp, aldırmaz yorgunluğuna.

 

Utanmaz, sana taşıtır belki de plastikten mezarını.

Soğukla birlikte yersin aldanma acizliğinin ayazını.                                                                                                                    

Karşı çıksan heyhat! yiyeceksin belki de azarını.

Yükün hafif olsa, inan göremezdin böyle can pazarını.

 

Annesini arayan kuzu gibi melenirsin, ağzında zikirle kıyıda.

Bir yandan da nefretler biriktirirsin, kalp denen kuyuda.

Yıldızlar kayar bir bir, bilemezsin kaderin biçtiği payı da.

Çünkü burası Meriç, bednam huyu da suyu da.

 

Balçıktan çamurdan deryalar geçerken köprü ne arar.

Plastik bir bota, bedenlerle beraber ne hüzünler sığar.

Kim bilir dertlerin son bulur oracıkta, suya batar.

Belki de başarırsın, yeni bir sergüzeşte yelken açar.

 

Nefesinle dolu botu indirirsin, soğuk sulara nihayet.

Kaçakçı iter ve kaçar, bir an her şey biter, bu cinayet!

Birde “Karşı kıyı yakın der” canlara Allah’tandır inayet.                                                                                                             

Meriç’e fısıldarsın, yetti artık! sen bari etme ihanet.

 

Üstüne para verseler binmeyeceğin bota, milyonlar verip binersin.

İçinde korkunun çeşitleri cirit atar ama neylersin.

Aldatılmış adımlarla bota biner ve lanetler edersin.

Sebepler tükenir, son kalan nefesle Meriçe dualar üflersin.

 

Atıp kaçarken kaçakçı bota şaka gibi bir kürek.

Gecenin sırlı aynasında bakışlar ürkek mi ürkek.

Akıntı döndürüp dururken yok sırtında bir yelek.

Anne ve çocuklar sarmaş dolaş, dayanmaz ki yürek.

 

Göz ağrıların çırpınır, acıtan topraktan uzaklaşmak için.

Çırpındıkça bot söz dinlemez, geri gidişe cızz! eder için.

Dalgalar döne döne alır götürür meçhule, irade Meriç’in.

Merhametsizce der; buradan çıkış yok kana kana suyumu için.

 

Başladığın nokta kalır yüzlerce metre yukarıda.

Niyetin karşıya çıksa da, botun gözü takılıdır akıntıda.

Zaman durur, beş dakikalar bitmez yirmi beş dakikada.

Boğuşur durursun, aklına çarpan köpüklü dalgada.

 

Çaresiz, korku boyalı zifiri karanlığı delip geçeceksin.

Masumların gözlerine fer, kalplerine derman vereceksin.

İçindeki fırtınaya, hırpani bedenini yelken edeceksin.

Elindeki tek kürekle, zalim Meriç’in bağrını eşeceksin.

 

Meriç! Meriç izin ver geçelim, halden anlamaz mısın?

Kanlı gözyaşları aktı bağrına, tuzundan yanmaz mısın?

Gömdüğün kaç soğuk nâş misafir suyunda, donmaz mısın?

Anne koynunda süt kokan bebeler yuttun, doymaz mısın?

 

Meriç karanlık, ardına bakarsın daha da karanlık…

Umutla çekilir zikir ve kürek, belki karşıdadır insanlık.

Ulur peşinden sinsi çakallar, duymazlar ki pişmanlık.

İtminana erersin oracıkta, göklerde kalmış Müslümanlık.

 

Çığlıklar duyarsın derinden, zırhlı suları delip geçen.

Annee, babaa sesleri kulakları çınlatır, Meriç suyundan içen.

Köpüklü sularda kaybolup gider aylı yıldızlı gecen.

İrkilir kendine gelirsin, sendin bu yolu seçen.

 

Kontrol sende değildir, yanaşabilsen de karşıya.

Çarparsın Meriç’e boyun eğmiş, dikenli ağaçla çalıya.

Delinirse hava kaçar, ruh uçar varılmaz ki komşuya.

Birden umut olur, cılız yeşil bir dal hayata tutunmaya.

 

Rüzgar okşarken saçlarını, sularda pençe izlerin.

Toprağa vuran botla yaşarır birden gözlerin.

Kurtuluşa dair ilk işarettir, çözülür bağı dizlerin.

Gavur! yurduna ilk temastır bu “ha gayret” tir sözlerin.

 

Kahpe bot yanacak sanki, kaçar karadan.

Tek kürekle verirsin gücünü, inadına arkadan.

Ürperirsin, yol arkadaşın dalıp çıkar Meriç’in yamacından.

Sonra kızın çıkıp kuru bir dal uzatır, sudakilere karadan.

 

Şahit olursun, neler doğarmış eşin denen anadan.

Oğlundur yorgun anasını indirmeyen sırtından.

Kızını gecenin kahramanı eder yüce yaradan.

Ve dirilirsin Meriç mezarında sallanan tabutundan.

 

Sudan ıslak ıslak çıkmak zannedersin ki yeter.

Nehrin kenarında sürprizin biri başlar biri biter.

Çalı, diken ve dik yamaç seni geri geri iter.

El ele tutuşup dersin, düş artık yakamızdan geber!

 

Duygular dorukta dikersin yamaca zaferden direği.

Öğretirsin Meriç’e, öpecek bükemediği bileği.

Hışımla saplarsın, kuduran bağrına elinde kalan tek küreği.

Birazda sen ağla kıvrım kıvrım, ey zalimin köpeği!

 

Yunan’ın toprağında parlamaz, ay da yıldız da söner.

Bakakalırsın karşı kıyıya, arda kalan hikayelerini gömer.

Vatandır susarsın, dilinden dökemediklerini gözlerin döker.

Bahçıvandın gül bahçesinde, artık saksağanlar öter.

 

Sırtını dönersin Meriç’e, vatan kayar gider ayaklarından.

Işıklar görünür soğuk gecede, ruhun ısınır parıltılarından.

Ama canın sıkılır, yaklaştıkça uzaklaştıran patikalarından.

Gece, soğuk ve yollar sanki Meriç’in arkadaşlarından.

 

Kaybolduk! Yoruldum! Üşüdüm der ehlin, ayaz bir gece.

Ruhlar çoraklaşsa da, elbiseler ıslaktır epeyce.

Elinde fenerler ısıtmaz, önünü gösterir sadece.

Dolanırsın Hacer gibi, dilinde İbrahim’e dediği hece.

 

Gider gelirsin çaresizce, bi o yana… bi bu yana…

Hareket ayakta tutar, çaktırmazsın arkada kalana.

“Elbet zor olan bitti” der, moral verirsin dolana dolana.

Duyduğun bir motor sesi ısıtır içini, cevap olur duana.

 

Umutsuzluk çökerken, titremeye başlayan ruhlara.

Ümitle sallamıştın, elindeki feneri yıldızlara.

Elbet gören olur, duadır çaresizlikten donanlara.

Sığınırsın, ülkendeyken kaçtığın üniformalılara.

 

Sertçe de olsa, anlamadığın ilk seslerle huzur bulursun.

Üstünü başını boşalttırırlar ve yan yana durursun.

Sıcacık gözaltına alınacaksın ya! nasılsa unutursun.

Sonra… sonra “Gülenist misin?” sorusuyla mest olursun.

 

Üstatça, bedevî arap çöllerinde seyahat eden adam gibisin.

Şakîlerin şerrinden kurtulup, hâcâtını tedârik edersin.

Hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı direnirsin.

Asra Gülen bir reisin ismini alıp, himâyesinde gezinirsin.

 

Bindirirler, buz gibi, kirli eski bir suçlu aracına.

Korkudan eser yoktur, ılık ılık vurur meltemler yamacına.

Karakolda tavırlar merhem olur içindeki acına.

Huzurla varırsın parmaklıklı gecenin bilmem kaçına.

 

Hatırlarsın, hayalleriyle donmak üzereyken bedenler,

Gecenin ortasında varılmıştı, ışıklı ilk eve zikirde diller.

Yakın köylerde alışıktır, hacaletle çalmaya ziller.

Tarihi yalanlar, gavur bildiğimizden uzanan sıcacık eller.

 

Rüyanda bile görsen, girmeyeceğin hapislerdesin.

Özgürlük için ölümle savaştın, parmaklıklar neylesin.

Kovulmuş bir bedenle, komşuda emanettesin.

Hırpalanmış ruhun Rabbinden daha ne istesin.

 

Ranzalar dip dibedir, yataklar suçlu hikayeleri kokar.

Sıcacık sular akarken, koğuş kirliymiş kim takar.

Duşlar alınırken, vatandan kalan son çamurlar akar.

Lakin! ruhuna yapışan çamurlar çıkmaz, aynadan sana bakar.

 

Bedenler yorgun, beyinler şaşkın yatacak yer arar.                                                                                               

Gece boyu üşümenin bedeli gözaltında çıkar.

Battaniye eksik, fedakarlık etmeden ısınmaz çocuklar.                                                                                  

Titreyen eşini bedeninle ısıtırken, beyninde cevapsız sorular.

 

Yol arkadaşın yalnız, eş ve çocukları kalmış geride.

Gömer kirli bir yastığa, başıyla beraber dertleri de.

Evlatların uykuya dalmaya çalışır, kim bilir düşünceler nerede.

Hapiste özgürce uyumak zor, akıllar hâlâ Meriç denen derede.

 

Ertelenir şimdilik nefretler, beyninde uykuya yatar.

Yaşananlar herkese bilmem hangi tecrübeleri katar.

Okumak için ciltlerce kitap okusan, şuuruna ne akar.

Bir Meriç geçmeyi Rabbim, kimbilir nelere denk tutar.

 

Kumar kelimesi yoktur lügatinde Allah korkusuyla.

Şimdi başkaldırırsın olanlara, yüreğinin tortusuyla.

Çünkü hayatlar konur ortaya, özgür yaşam coşkusuyla.

Yüce bir karar verdiğini anlarsın, davanın tutkusuyla.

 

Yusuflar doldururken memleketin zindanlarını.

Nursuzlar karanlığa gömerken bir bir aydınlarını.

Sahipsiz bırakmamak için ülkenin yarınlarını.

Zayi etmeden dikmelisin, elinde kalan son fidanlarını. 

 

Meriç’ten geride kaldı, doğup büyüdüğün bir vatan.                                                                                                               

İçinde on dört asırlık sevdalara teşnelik yapan,            

Evler,okullar, yurtlar-yuvalar vardı insanlığa nur saçan.

Şimdi gurbette, bağsız bahçıvanın gözyaşıdır akan.

 

Köprüdür sanki cansız bedenler, selamlar geçenleri.

Bekleyelim tohum olup başağa yürüyecek rüşeymleri.

Rabbim mahcup etmez elbet, O (cc)’nun yoluna düşenleri.

Unutmayacağız! karınca basmazlara, hain elbisesi biçenleri.

 

Unutmayın

Adı Konmamış Destan’ı yudum ..yudum…içenleri.

 

Unutturmayın

Adı Konmamış Destan’ı yudum yudum içenleri.

Yudum… yudum… içenleri.